”Göklerde kartal gibiydim,
Kanatlarımdan vuruldum,
Mor çiçekli dal gibiydim,
Seher vaktinde kırıldım’’
Mektup böyle başlıyordu. Zarfın içinde ayrıca ince iki kartondan yapılmış çark şeklinde bir şey
vardı. Kartonu biraz çevirdiğinizde benim ismim ve rütbem çıkıyordu. Yarım tur daha
çevirirseniz isim kayboluyor ve çark bir çiçek oluyordu. Mektup Anadolu’nun bir
hapishanesinden; Nusret K. dan geliyordu.
1980 yılının çok sıcak ve nemli bir Temmuz gecesinde Kağıthane- Sadabat’da ki birliğimizde
nöbetçiydim ve bir ucu Okmeydanı sınırlarına dayanan nöbetçi kulübelerini kontrol ediyordum.
Gece yarısını çoktan geçmişti, Silahtar tarafındaki Gazhane ve daha yukarılardaki fabrikalardan
gelen düzenli uğultunun dışında çıt çıkmıyordu. O günlerde çıt çıkarsa tam çıkıyordu,
fraksiyonlarca paylaşılmış gecekondularda sık sık çatışmalar oluyor, bazen de bizim kışlamıza,
barakalarımıza, nöbetçi kulübelerimize ateş ediyorlardı. Birden yanık bir türkü, benim hemen
yakınımdaki kulübeden çıkıp, aşağıya ; bir zamanlar padişahların sırtlarına yanan mumlar
yapıştırılmış kaplumbağaları dolaştırdıkları çayırlardan, karşıdaki fakir gecekondular ve oradan
da Nurtepe’ye doğru yayıldı. Ben kulübeye yöneldim ve beni gördüğünde sustu.
-Ne oluyor lan Nusret !
-Komutanım efkarlandım.
-Ya öyle mi? Rahat battı galiba !
Nusret gündüzleri birliğimizdeki küçük tabldotumuzda çalışırdı. Birkaç rar nedeniyle askerliği
epeyce uzamıştı. Sanatkar ruhlu bir çocuktu. Karpuzları kalp şeklinde keser, hazırladığı havuç
salatalarına zeytinden gözler yapardı. Gerçi bir seferinde tabakların kenarına mayonezle
isimlerimizi yazmış fakat yer kalmadığı için rütbelerimizi yazmamıştı ve bu husus kendi
aramızda bir tartışma konusu da olmuştu. İyiydi yani; Onbaşı Nusret, kendi zevkine ve kafasına
göre yazabilmeli miydi tabaklara isimlerimizi şu askerlikte !
-Komutanım özür dilerim, bir daha olmaz…
-Lan başlatma özründen ! O zaman şimdi bir türkü söyle ! Bir daha olmasın ama !
-Tamam komutanım, neyi söyleyeyim ?
-‘’ Değmen Benim Gamlı Yaslı Gönlüme..’’ biliyor musun?
-Komutanım bilmez miyim ! Komutanım bir şey arz edebilir miyim?
-Ne?
-Yakamdan bir düğme açabilir miyim komutanım, rahat söyleyeyim..
-Açamazsın !
-Emredersiniz komutanım !
Nusret o gece bana çok türküler söyledi. Nöbeti bitti, gitmedi. Kovdum gitmedi. Güneşin ilk
ışıkları Piyer Loti ve Haliç’ in üstüne vururken bana; Harem terminalinde, bir görüşte çarpıldığı,
aşık olduğu, konuşamadığı ve kendisinin hiç farkında olmayan bir kızdan, Tokat otobüsüne
binerek giden ümitsiz aşkından bahsediyordu. Normal bir zamanda , neşeli isek gülüp
geçeceğimiz, sinirli isek defol git lan başımdan deyivereceğimiz bir durumdu anlattığı. Ama
öyle anlatıyordu ki Nusret; Kerem ile Aslı gibi, Ferhat ile Şirin gibi. Büyülenmiş bir şekilde
dinliyordum. Tutkusunu, şu hastalıklı bir takıntısını bu derece şairane anlatması çok etkilemişti
beni. Harem’de sadece bir an, kendisine gülümseyen ve daha sonra Tokat otobüsüne binerek
bir hayal gibi gecede kaybolan kızla ilgili öylesine yüksek duygular geliştirmiş ve ona yollamadığı
öylesine ilginç mektuplar yazmıştı ki ürpermemek mümkün değildi. Ben de o duyguyla sanki
gidecekmiş gibi, sanki bir muhatabı varmış gibi birkaç satırını düzeltmiştim mektuplarının…
Sonraki nöbetlerimde hep beni beklerken görüyordum Nusret’i. Ama bizim de gençlik
günlerimizdi. Bütün dünyayı kendimizden soruluyor sanıyorduk. Biz olmazsak hiçbir şey olmaz,
biz yapmazsak kimse yapamaz sanıyorduk. Uyuşturucu kullanıp kendini jiletleyenlerin,
ağlayanların, rar edenlerin, parası olmayanların, annesi ölenlerin, çocuğu hasta olanların,
karısı kaçıp gidenlerin dünyasında, Nusret in bu gönül yarasına, bu hastalıklı aşkına yakalanmak
istemiyor, onu görmezden geliyordum.
Nihayet bir akşam kaçamadım. Bir karpuzu ağzından alev çıkaran bir ejderha gibi kesmişti.
Elinde tabakla, saygılı ama sitemkar bir ifadeyle kapımda duruyordu. Onu karşıma oturttum.
Hatta o ejderhayı beraber yemeyi teklif ettim. İstemedi. Yüzü soluk ve gözleri kıpkırmızıydı. –
Beni aldattı komutanım, dedi. Tanışmamıştı, mektupları yollamamıştı. Kim olduğunu ve nerede
oturduğunu bilmiyordu ama kendisini aldattığını düşünüyordu ve büyük bir hayal kırıklığı, öfke
ve çaresizlik içinde görünüyordu. Birkaç teselli edici söz söyledim. Beni anlıyor, dahası dinliyor
gibi görünmüyordu. Ama sanki ben , sıcak bir temmuz gecesinde onun öyküsünü can kulağıyla
dinlediğim ve türkülerine ortak olduğum için, sanki o anlattığı kıza ke l olmuşum gibi, sanki o
gece ona “ Nusret, oğlum, göreceksin bu kız seni asla aldatmayacak “ demişim gibi duruyordu.
12 Eylül’ ün taze zamanlarıydı. Nusret bir hafta sonu çıktığı izinden dönmedi. Pazartesi günü
gazeteler , Kadıköy’de öldürülen yaşlı bir kadından bahsediyorlardı. Şüpheli Nusret adında bir
erdi. Çabucak Cinayet Masasını aradım…
Bir hafta sonra komiser aradı beni;
-Ya komutanım, aynen sizin dediğiniz gibi Tokat’ta, otogarda yakaladık Nusret’i. Nerden bildiniz
oraya gideceğini? Kızı öldürmeye mecbur olsun , “cesareti olsun” diye öldürmüş yaşlı kadını…
…
1980 yılının, muhtemelen Haziran ayında , Harem terminalinden akşamüzeri, Onbaşı Nusret’ e
gülümsedikten sonra otobüse binen ve karanlıklar içinde kaybolan ‘’hayal kız’’ hiçbir zaman
bilmedi Nusret’in kendisini ne kadar sevdiğini. Nusret bana hep mektuplar yazdı hapisten.
Mektuplarının arasına kurutulmuş güller koydu. İmamesine ismimi işlediği bir de boncuktan
tespih yolladı; nemli ,efkarlı bir Allah’ın belası gecede onun aşkını ‘’hürmetle’’ dinlediğim için.
Aynen böyle yazmıştı ‘’hürmetle dinlediğiniz için’’ … Doğrusu ben de birçok defa temiz bir
parşömeni önüme alıp saatler boyunca ona baktım… Ama yazamadım. Yazabilseydim eğer ‘’ bir
türkü söyle Nusret, sesin çıkarsın seni zindanlardan, bir ejderhanın ateşten dili gibi sıcak olsun
aşkının öpücüğü , öyle bir karşılık bulsun ki sevdan’’ demek isterdim. Ve ayrıca, senden sonraki
yıllarda , yaz mevsimlerinde, müsaade alınmadan yakalardan bir düğme açılabilmesi için
düzenlemeler yapıldığını da bildirmek isterdim.
Yar olmadı bana devir,
Her günüm bir başka zehir;
Hapishanelerde demir
Parmaklıklara sarıldım.
Sebahattin Ali