Otobüsümüz Dokuz Dolamaç’ ı homurdanarak indi. Güneş doğmamış fakat etraf aydınlanmaya başlamıştı. Eskilerin bahri şafak başlangıcı dedikleri anlardaydık. Güneş doğmamıştır ama etraf aydınlanmaya başlamıştır, birazdan güneşin doğacağını bilirsiniz. Gece boyu yağan kar farlarımızın önünden uçuşuyor ve oyunlar yaparak tarlalara savruluyordu.
Şoför bir plak koydu- ben onun hemen yanındaydım- kısık ve cızırtıyla bir parça çalmaya başladı.
“Ne tadı var bu dünyanın…
Gelmezsen, görmezsen, öpmezsen…”
Başımı buğulanmış cama yasladım. Bacalarından ince dumanlar çıkan köylerden geçiyorduk, bazen köylerin girişlerindeki kavakları saymaya çalışıyor, kangal kırması çoban köpeklerinin yerlerinden fırlayıp bizim otobüs geçinceye kadar delice havlamalarını, sonrasında hiçbir şey olmamış gibi yerlerine dönüşlerini seyrediyordum. Birazdan güneş Nurhak Dağlarını aşacak ve Binboğa Dağları’nın belli belirsiz gölgesi Tahtalı Dağları’na vuracaktı. Kısık, cızırtılı plak sesi, cılız dumanlı uzak köylerin köpek sesleri, tütün ve kolonya kokuları arasında uyumuştum. Issızlığın ortasında cinler, periler, mavzer askıları kayıştan eşkiyalarla gidiyordum…
…
Senaryosunu Tarık Tufan’ın yazdığı, yönetmenliğini Mehmet Fazıl Coşkun’un yaptığı, baş rollerini Ercan Kesal ( Yavuz) ve Ayça Damgacı’nın(Neşe) oynadığı Yozgat Blues filmi beraberinde birçok tartışmayla 2013’de vizyona girdi.
Bizler anlatılanın açık, sonucun tartışılmaz ve istediğimiz gibi, işimize gelen şekliyle olmasına bayılırız. Yozgat Blues’i izlediğinizde her şeyin yarım bırakıldığını, tam burnumuzu sızlatacak bir yükselme olurken birdenbire duygunun düştüğünü ya da Ercan Kesal’in bir yazısında “Kasabalarda hayat bozkırda yapılan yolculuklara benzer. Her tepenin ardında “yeni ve farklı bir şey” çıkacakmış duygusu, ama her zaman birbirine benzeyen, incelen, kıvrılan, kaybolan veya uzayan tekdüze yollar…” dediği gibi, sıradanlaştığını görürsünüz.
Ayrıca, filmin ismine dayalı olarak filmde Yozgat’a dair bir vurgu ya da tanıtım yapılmadığını , karekterlerin ilişkilerindeki yarımlık ve tutkusuzluk üzerine yoğunlaştığını, dramatik akışın kopuk kopuk ve sarsıcı bir söylem oluşturmadan ilerlediğini, buna rağmen film bittiğinde ruhunuzda bir bulantı ve o söylenememiş sözler, yaşanamamış anların üzüntüsüyle ;hep aynı yabancı şarkıları söyleyen kentin şövalye ruhlu şarkıcısı Yavuz’un yalnızlığı ve gittikçe
tutunamayacak oluşunu bilmenin yükünün omuzlarınızı çökerttiğini hissedersiniz. Hayat böyledir, Yavuz’un dingin görünen fırtınalı ve yüksek ruhunu anlamak için; çıkarını sade ama kararlı bir şekilde gözeten ve bundan sonraki yaşamında da bulduğu iyi ruhların asaletiyle beslenip büyüyecek, tutunacak ve hiçbir zaman dokunaklı, sarsıcı bir öyküsü olamayacak Neşe karekterini tanımanız gerekecektir. Tanrım, onlardan ne çok var!
Ercan Kesal bir söyleşisinde şöyle diyor: “Geçmiş, yaşanıp bitmiş, elimizden uçup gitmiş bir zaman parçası değil. Bir tek saniyesinin bile heba olup gittiğini düşünmüyorum yaşadıklarımızın. Yaşanan her şey bir kar kütlesi gibi ardımızdan toplanarak geliyor ve ‘’şimdi’’ dediğimiz şey neyse, gelip onun içine yerleşiyor. Belki de girişteki cümleyi söyle değiştirmek lazım: ‘’şimdi’’ diye bir şey yok, aslında her şey bizim ‘’geçmiş’’ dediğimiz bir yumaktan ibaret. Bu yüzden anılarımızın, yani yaşadıklarımızın çok kıymetli ve tekrarlanamaz olduğunu ve yine bu yüzden onlara hak ettikleri hassasiyeti göstermemiz gerektiğini söylüyorum. Yaşadıklarımız ruhlarımıza yerleşmektedir çünkü… ‘’Geçmişi unut, günü yakala’’ sloganının dayatıldığı bir çağın panzehiri ‘’unutmak ihanettir’’ olmalı. Çünkü geçmişimiz belleğimiz, belleğimizse vicdanımızdır.”
Yaşamımız, geçmişten gelen ayak izlerimizdir, öykülerimizdir. Bazen kopuk kopuk, bazen derli toplu, bazen gülümseyerek heybemize doldurduğumuz öykülerdir yaşam. Ruhunuz acıkırsa ya da acırsa durup bir öykü alın heybenizden ve yüksek ruhunuzla dokuduğunuz satırları ışık olsun size, yolunuzu aydınlatsın. Vicdan, merhamet ve adaletle yaşayacağınız bir hayat için berrak bir pınar olsun öyküleriniz.
Şimdi Ercan Kesal bir şey söylesin ve hem hayat hem sinema olsun…“Hayatımız biricikti, tekrar edilemezdi ve çok “gerçek”ti. Ama, sinemanın kendi gerçeği, “hayatın gerçeğinden” daha da “gerçek” olabiliyordu pekala! Peki, “gerçeği” yeniden yazarken, aslında “gerçeği” de bozmuş olmuyor muyduk? Her seferinde, elimizdeki parçaları yeniden ve kendi icat ettiğimiz bir “puzzle” gibi dizip, yeniden oluşturduğumuz “gerçeğe” şaşırarak bakıyorduk işte…”
…
1970 yılının zemheri soğukları kasabamızı kasıp kavuruyordu. Gece yarısı “Karayolcu Kemal” abi kasabamızın jeneratörünü susturdu. Mutlak bir sessizlikte tepsi gibi bir ay doğdu… Binboğalar’ı aştı, geldi Fıyrat Dağı’nın tepesinde asılı kaldı.
Benim kulaklarımda hala o şarkı, “Ne Tadı Var Bu Dünyanın”.
…
Makedon halk ezgisi “Jovana Jovanke” birçok dilde , çeşitli sanatçılar tarafından yorumlanmıştır.
Halk şarkılarının basit görünen sözlerinin altında aslında büyük hasretler, savaşlar, yıkım ve acılar vardır. Ben rahmetli Fecri Ebicioğlu’ nun sözlerini yazdığı ve 1969 yılında Ajda Pekkan tarafından Türkçe söylenen halini sunuyorum size. Artık hiçbir zaman gelmeyecek, sevmeyecek ve öpmeyecekleri sevgiyle anarak…
Ne Tadı Var Bu Dünyanın , Ajda Pekkan (1969)
Yozgat Blues Filminin Aldığı Ödüller
En iyi erkek oyuncu (32. İstanbul Film Festivali-2013)
En iyi film (20. Uluslararası Altın Koza Film Festivali-2013)
Film-Yön en iyi film ödülü (20. Uluslararası Altın Koza Film Festivali-2013)
En iyi erkek oyuncu (20. Uluslararası Altın Koza Film Festivali-2013)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü (20. Uluslararası Altın Koza Film Festivali-2013)