İnce suratı, keskin ütülü bol pantolonu ve biraz önceki yağmurdan ıslanmış gri pardösüsü ile çelimsiz bir adam Paris’te Championnet Caddesini telaşla geçerek köşedeki tanıdık binanın ikinci kat merdivenlerini hızlıca çıktı. Karşısındaki eski daire kapı zilini üst üste çaldı. Sonra hiç beklemeden zayıf omzu ile kapıya yüklendi. Yoğun bir gaz kokusuyla birlikte kapı açıldı. Dairenin kapı altı, pencere kenarları, hep gürültüyle çalışan havalandırma kanalı bezlerle kapatılmıştı. Bir eliyle burnunu tutarak salona koştu ve salonun tam ortasında tıraş olmuş, saçını özenle taramış, takım elbisesiyle kaskatı yerde yatan arkadaşını gördü. Koşarak yanına gidip nabzına baktı ve gözyaşlarına boğuldu.
Yerde büyük çoğunluğu yanmış bir kağıt öbeği duruyordu. Yarısı okunabilen bir sayfayı çekti önüne. Belli ki bir öykünün ilk satırlarıydı. Şöyle diyordu;
“Annesi ‘Salgı salamaz ol!’ diye beddua eder yavru örümceğe. Küçük örümcek de ağ yapamayınca ölüme kurban gider.”
9 Nisan 1951’de hayatına sonlandırmak için özellikle arayıp bu daireyi kiralayan; “Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar.” diyen İran’ lı yazar Sadık Hidayet’ di.
“Yazmak bir ihtiyaçtı, zorunlu bir görevdi benim için. Uzun süredir bana işkence eden bu devi öldürmek istiyordum, çektiklerimi kâğıda geçirmek istiyordum, bir iki tereddütten sonra lambayı yakınıma koydum ve yazmaya başladım şöylece: Ben hep, dünyada susmaktan daha iyi bir şey yoktur, Butimar gibi olan insan daha iyi insandır diye düşünürdüm. Butimar, deniz kıyısına çöker, kanatlarını açar, oturur tek başına.”
Doğunun Kafka’sı olarak da dünya edebiyatında yerini alan Hidayet; meseli, masalı bol, trajedisi (tragedya) az, doğunun erken bahar çiçeği, ilk farkeden tarafından boynundan tutulup sökülecek kardelenler gibi, Tutunamayanlar’ ın (connecticus erectus) Selim Işık’ ı gibi, naif, kederli, yufka yüreği ile ve Kör Baykuş adlı romanıyla önümde duruyor.
Doğu’nun kaderci, kederli, itaatkar ve dengeci toplumundan bazen bir ayrık otu çıkar ve ruhunda doğu, bilincinde batı ikilemiyle derin acılar çekerek kaybolur bir eşikte. Doğunun trajedisi az destanı çoktur. Masalı ve meseli çok, kahramanı uzaktır. Doğuda aydınlık bin yılda bir vuran fenerin ışığı gibidir. Ya da güneşin ilk doğduğu, ilk aydınlanan ama bir o kadar da erken ışığını kaybedendir doğu. Varlığın bilgisi aksak ritimli bir sarkacın adaletsizliğiyle gelir doğuya.
Trajedisi yoktur fakat acısı da destanı da çoktur doğunun. Tanrıya şiirle yakınlaşılır ya da şiirle uzaklaşılır tanrıdan. Tanrı’ya da sevgiliye de ağlayarak yakarılır. Erkekler daha çok ağlar doğuda, ama kime ağlar bilemezsiniz, tıpkı kime kavuşmak istediğini bilemeyeceğiniz gibi…
Hangi aşk tanrıdır hangi aşk yar, asla emin olamazsınız. Mecnun’u çok Leyla’sı azdır doğunun.
Doğu bir Pers ilkesidir, Zeus’un ateşini çalan Prometheus’ un içine saklandığı bir Zerdüşt söylencesidir, “Sema” dan çok ateşe yakın… Pers, Pars, Fars… Bu yüzden aşkın dili farsçadır, Tanrı’ya da sevgiliye de…
Aşkın dili hep acı çeker ve hep şairce.
Edebiyat severlerin farkında olduğu fakat ne yazık ki benim geç kaldığım Sadık Hidayet’in “Kör Baykuş” u derin psikolojik ve felsefi göndermelerinin yanında çağdaş bir doğu şiiridir de, zamanı büken, duvarları, pencereleri, gölgeleri, tasarımları ve tanrısıyla da sevgilisiyle de hemhal olmuş, bir olmuş öznenin çektiği acılar dolayısıyla. Bir kurgu hem bu kadar fantastik, hem psikolojik hem felsefi olabilir mi!
Olmuş işte.
Bir yerde şöyle diyor Hidayet;
“Yazıyorsam, yazmak ihtiyacı beni zorluyor da ondan. Mecburum, düşüncelerimi hayalî bir varlığa, gölgeme bildirmek baskısını çok, pek çok hissediyorum.”
Bir yerde; “Hayat baştan başa kıssadır, hikâyedir” diyor.
“Kıssalar, parlak sözler yordu beni” diyor başka bir yerde…
“Sanki çok eski insanların, bu gibi masalların aracılığıyla sonraki kuşaklara geçmiş o hareketleri, düşünceleri, arzu ve âdetleri; bizim hayatımızın gereklerindendir. Binlerce yıl önce aynı sözler konuşuldu, aynı çiftleşmeler oldu, aynı çocukluk acıları yaşandı. Acaba bir baştan bir başa hayat, gülünç bir kıssa, inanılmaz ve ahmakça bir masal değil midir? Acaba ben kendi masalımı yazmıyor muyum? Fakat masal, her anlatanın, miras aldığı ruh durumunun sınırları içinde, tasarlayıp da eremediği dilekler için bir çözüm, bir kaçış yolu ancak” diyor.
Fakat bir yer var ki işte tüm “Tutunamayan”larınki gibi kırgın, yalnız fakat yüzümüze bir kırbaç gibidir sözleri;
“Dünya artık ne işime yarardı ki? Bu dünya benim için değil bir avuç hayâsız, yüzsüz, dilenci tabiatlı, çokbilmiş, kabadayı, gözü gönlü aç insanların olduğunu hissediyorum. Bunlar dünyaya uyumlu olarak gelmişlerdi; yeryüzünün, gökyüzünün güçlüleri karşısında, kasap dükkânın önünde bir parça et için kuyruk sallayan aç köpek gibi, dilleniyor, yaltaklanıyordu.”
———————————————————–
– Sadık Hidayet’in söz ettiği Butimar kuşu; İran (Pers) mitolojisinde yer alan bir efsaneye göre, kıyıda oturup sürekli denizi seyreder ve deniz kuruyacak endişesiyle hiç su içmezmiş. Öyle dura dura da susuzluktan ölürmüş . (Zerdüşt Dini İran Mitolojisi. Mehmet Korkmaz, Alter Yayıncılık, 2010)
Butimar, kelime kökü olarak da “küçük kederli”, “[suların] üzgün sahibi” gibi manalara geliyormuş.
-Aşağıda, İran’ lı ünlü sanatçı Mohsen Namjoo’dan “ Nobahari”
Şöyle diyor şarkıda; “Tanrım bize yaşadığımız hayattan bir tane daha ver, çünkü bu yaşadığımız hayat sadece ümit etmekle geçti. O yeni hayatta ümit ettiklerimizi yaşama şansımız olsun”