Japon yazar Haruki Murakami’ nin “Yaban Koyununun İzinde” sini okudum. Sonsuz bir tad verdi diyebilirim. Gittikçe kendinden uzaklaşan ve uzaklaştıkça kendine yaklaşan, o gerçeklik ve kurgu akışında kendini seyreden insanın romanı. Herkes her türlü anlam yükleyebilir okuduklarına. Bana bu duyguyu verdi. Ama “yalnız bir insanın melankolisi” değil anlatılan. Yalın bir kurgu ve can acıtan bir sonuç.
Bu roman bana çok ilginç bir şekilde Sean Penn’in çektiği, harika müziği, her izleyenin kendince yorumladığı mesajları ve sarsıcı sonu ile türkçeye Özgürlük Yolu adıyla çevrilen “ Into the Wild “ filmini ve sevgili Oğuz Atay’ın “yalnız yaşayan insanların kendi içerinde başlayıp biten eğlenceleri vardır” gibi acıklı tümcelerini de barındıran uzun öyküsü “Korkuyu Beklerken’ i çağrıştırdı.
Zaman, mekan ve kahramanları açısından hiç bir koşutluğu olmayan bu üç yapım neden aynı ortak duyguyu uyandırmıştı bende. Sonra da şöyle dedim; öyle ya ne okursak kendimizi okuyoruz, ne seyredersek ve ne duyumsuyorsak kendimizi aslında.
“ Havadaki zaman, ölmüştü.” diyor Murakami kitabın bir yerinde.
Başka bir yerinde de;
“Ben de seni arıyordum,” dedim biraz soluklandıktan sonra .
“Biliyorum,” dedi Koyun Adam . “Aradığını gördüm.”
“Öyleyse neden seslenmedin?”
“Beni aramaya çıkan sensin. Bu yüzden ses etmedim.” diyor.
Son bir alıntı yapıp Murakami’nin bir diğer kitabına geçelim.
“Tüm bu yolları kendiliğinizden ve kendi isteğinizle aşmanızı ve sizin onu ininden bir yolunu bulup çıkartmanızı istedim.”
“İninden mi?”
“Zihnindeki ininden. Bir insan koyunlaşınca bir süre için zihni de bulanır ve kabuğuna çekilir. Diyelim, midye gibi. Onu bu durumundan bir yolunu bulup çıkarmak sizin görevinizdi. Bununla birlikte, onun size güvenmesi için sizin de bomboş bir levha olmanız gerekiyordu. Çok basit, öyle değil mi?”
“Öyle diyelim.”
Koşmasadım Yazamazdım – Haruki Murakami
Roman yazımı ve uzun mesafe koşuculuğunun beraber ele alındığı, yorum, simge ve göndermelerle adeta aynılaştırıldığı notlar diyebiliriz.
İşin başında şöyle diyor Murakami; “Acı kaçınılmazdır, ama acı çekmek bir seçim meselesidir (ve size bağlıdır)”
Yazan, sanatla uğraşanlara biraz moral verelim mi !
“Her insan yaşamının bir noktasında vücut kapasitesinin zirvesinden inmeye başlar. Elbette bireysel farklılıklar olabilir, ama yüzücüler yirmili yaşlarının ilk yarısında, boksörler yirmili yaşlarının ikinci yansında, beysbol oyuncuları ise otuzlu yaşlarının ortalarında gözle görülmeyen bir zirveye Bundan kaçınmak mümkün değildir. Ben bir göz doktoruna, “Yaşlılıkta gözleri bozulmayan insan yok mu?” diye sorduğumda, sorumu çok komik bulmuş olacak ki,
gülerek, “Ömrüm boyunca öyle bir insana rastlamadım” diye yanıtlamıştı. Bu da aynı durum işte. (Ne mutlu ki sanatçıların zirvesi, kişisine göre büyük farklılıklar gösterir. Sözgelimi Dostoyevski 60 yıllık yaşamının son yıllarında Ecinniler ve Karamazov Kardeşler gibi, taşıdıkları anlamlar açısından en önemli yapıtlarını kaleme almıştır. Domenico Scarlatti ise yaşamı boyunca klavyeli çalgılara yönelik 555 sonat çıkartmışsa da, bunların büyük kısmını 57-62 yaşlan arasında yazmıştır.)”
Ah Schopenhauer’in “ıstırap çeken “ insanları. Her yerdesiniz, ama neredesiniz ! Bakın ne diyor Murakami;
“Birileriyle bir şeyler yapmaktansa, tek başıma sessizce kitap okumayı, kendimi vererek müzik dinlemeyi severim. Tek başına olduktan sonra yapacak bir şeyler bulmak konusunda sıkıntım yoktur.
Kendi açımdan söyleyecek olursam, ben böylece roman yazmaya devam edebiliyorum. Bir manzara içerisinde başkalarından farklı bir sapmayı görebiliyor, başkalarından farklı şeyler hissediyor, başkalarından farklı sözcükleri seçebiliyorum. İşte o yüzden de, özgün anlatılar yazmayı sürdürebiliyorum. Dahası, hiç de az sayıda olmayan bir insan kitlesinin yazdıklarımı eline alıp okuması gibi nadir karşılaşılan bir durum ortaya çıkıyor. Benim ben olmam, başka biri olmamam, benim için önemli bir servet. Yürekte açılan yaralar, bir insanın bağımsızlığı karşılığında dünyaya ödemek zorunda olduğu çok doğal bir bedel.”
Belki düzenin gerekliliği olarak “başarmak için” demeliyim ama ben “baş etmek için” demeyi yeğleyerek yöntem konusunu da Murakami’ nin tümceleriyle okuyalım.
“Nehri düşünmeye çalışırım. Bulutları düşünmeye çalışırım Fakat aslında, hiçbir şey düşünmüyorumdur. Ben kendi üretimim, derli toplu bir boşluk içerisinde, özlemini duyduğum sessizlik içerisinde koşmayı sürdürüyorum yalnızca. Bu çok hoş bir şey. Kim ne derse desin.”
Yazmak ve koşmakla ilgili oluşturduğu teknik ve prensipleri kural haline getirerek başardığını gördüğümüz Murakami; koşma -ve yazma- süreçlerini nasıl yönettiğini uzun uzun açıklıyor.
“Eğer kendi belirlediğim kuralı bir kez bile çiğneyecek olursam, sonrasında birçok kuralı daha çiğnemem gerekirdi ve yarışı tamamlayabilmem olasılıkla zorlaşırdı.”
“Eylem vardı ve buna itaat eden benim varlığım vardı. Koşuyorum, öyleyse varım!”
“Bir faydasının olup olmaması, şık bir duruşun ortaya çıkıp çıkmaması önemli değildir.
Nihayetinde bizim için önemli olan şey, çoğu durumda gözle görülmeyen (fakat yürekle hissedilebilen) şeylerdir. Dahası, gerçekten değeri olan şeyler her yerdedir. Bunların etkin kılınması çileli eylemler aracılığıyla mümkün olur. Diyelim ki boşuna bir eylem olsun, ama kesinlikle aptalca bir eylem olmasa gerek. Ben böyle düşünüyorum. Gerçek hislerim ve deneyimlerimden yola çıkarak.”
“Eğer bir mezar taşım olacaksa, oraya yazılacak ifadeyi kendim seçebileceksem, şöyle yazılmasını istiyorum:
Haruki Murakami. 1949-20** Yazar (ve Koşucu) En azından sonuna kadar yürümedi .”
Böyle bitiyor Murakabi’ nin “Koşmasaydım Yazamazdım” adlı kitabı.