“…Gelip size Zamandan söz ederler
Yaraları nasıl sardığından, ya da her şeye nasıl iyi geldiğinden…” *
1989 Cannes Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü ve Yabancı Dilde En İyi Film Oscarı’nı da alan, İtalyan yönetmen Giuseppe Tornatore’ nin senaryosunu da yazarak yönettiği 1988 yapımı Nuovo Cinema Paradiso ( Cennet Sineması ) filmi, artık kendisi de ünlü bir sinemacı olan Tatto’ ya, küçüklüğünden bir dostun, Alfredo’nun ölümünün haber verilmesiyle başlar.
Ben her seyrettiğimde; bir zamanlar film oynatıcısı Alfredo’nun,
–Prima o poi arriva un tempo che parlare o stare muti è la stessa cosa. E’ meglio starsi zitti . (Eninde sonunda konuşmanın ya da susmanın hiç bir şeyi değiştirmediği bir gün geliyor. Öyleyse susmamak için bir neden yok.) sözlerinin artık büyümüş Tatto’nun repliği olmasını isterdim, yorgun bir iç ses olarak.
Avusturya’lı ünlü dil felsefecisi Ludwig Wittgenstein (1889 – 1951 ) tek eseri olan Tractatus Logico da benzer bir cümleyle sarsıcı bir şekilde biter.
“Konuşulamayan konusunda, susulmalıdır…”
Kendisi de bir felsefe hocası olan İ. Oktay Anar, Suskunlar adlı kitabında; ”Sessizlik de bir perdedir. Sessizliği işitebilirsin. ‘Es’ bile bu perdeye kıyasla bir ses’tir.” der.
Hayat; geçmişten gelen sesler, sessizlikler, kırık dökük aşklar, öyküler, söyleyebildiklerimiz ve söyleyemediklerimiz arasında bir yandan öbür yana savrulup gider, yaralarımız yüz çizgilerimizde gizlidir. Ve hayat hüzünden bir şelaledir, bu çizgileri okumasını bilene…
70 li yıllarda, Anadolu’nun kendi halinde bir kasabasında ergen olmak ne zordu. Kasabamızın haftada bir filmlerin değiştiği tek bir sineması vardı ve hayat, biz ergenlik çağındaki erkek çocuklar için bu sinemanın etrafında dönerdi. O gece oynayacak filmin afişi tahta bir panoda akşama kadar gezdirilirdi. Afişi taşıyan ve bazen de filmin konusuna uygun silah seslerini çıkaran, mahalle aralarını filmdeki kavga sahnelerini canlandırarak dolaştıran bu çocukların filme bedava girme hakları olurdu.
-Bu akşam sinemamızda..! diye başlarlardı bağırmaya. Bazen biz de peşlerine düşer ve beraber gezerdik kasabamızın sokaklarında. Onlara imrenir, bir gün biz de afiş gezdiricisi olabiliriz sanırdık.
Öğleden sonra kasabamıza Adana’dan günde bir defa sefer yapan otobüs gelir ve küçük yuvarlak teneke kutularda filmler getirirdi. Sinemacı Dursun amca bu küçük makaralardaki filmleri birbirine ekleyerek iki büyük makara haline getirirdi.
Sinemaya giriş ücreti elli kuruştu. Elli kuruşa yeni bir tane ya da okunmuş iki tane Teksas, Tommiks, Zagor gibi çizgi roman ya da kantinden birkaç tane bisküvi arasına konmuş lokum alabiliyorduk.
Sinemanın fuayesi olmadığı için film aralarında seyirciler sokağa çıkar ve sigaralarını dışarda içerlerdi. Filmin ikinci yarısı başlarken biz çocuklar da para vermemek için seyirciler arasına karışır ve sinemaya girerdik. Sorunsuz içeri girebilmişsek hemen birilerinden filmin ilk yarısında olanları öğrenir ve bedava girmenin de hoşnutluğuyla seyre dalardık. Hem zaten önemi olan ikinci yarılardır. İntikam orda alınır, ayrılıklar orda biter, sevenler kavuşur ve zalimler hak
ettikleri cezayı orda görürlerdi. Birçok filmin ilk yarısını görmemiş olmamıza rağmen vicdan, merhamet, adalet, aşk duygularımız bu filmlerle gelişti. Çocuk yüreğimizle kalleşlere, merhametsiz ağalara, zalim eşkıyalara diş biledik. Kartal Tibet kılıcıyla baş düşmanın karnını deştiğinde çılgınca alkışlardık.
Zamanla birkaç arkadaş sinemacı Dursun amcanın gözüne girdik. Biraz da yeğeninin arkadaşımız olması nedeniyle bize görevler veriyordu. Otobüsten film makaralarını alıyor, diğer çocukların imrenerek bakışları altında sinemaya getiriyorduk. Bir süre sonra makaraları birleştirme işini de öğrenmiştik. Bu hazırlığı yaparken sinemanın ses sisteminden müzikler de çalabiliyorduk. Cem Karaca’dan “Beyaz Atlı”, Selda’dan “İnce İnce Bir Kar Yağar “ gibi. En çok da
Fikret Kızılok çalardım ben. Mahzuni’ nin “Boşu Boşuna” parçasını söylüyordu. O yıllarda ücra kasabamızın sinemasında bu plak ne arıyordu, hala şaşırırım…
Soğuk kış günlerinde sinema salonunun ortasında, biraz da tüten odun sobasının başında yer kaparak Belgin Doruk’un lüks bir yalıda uzun bir ağızlığa tutturduğu sigarasını zarif parmakları arasında çevirerek içmesini, hülyalı bakışlarıyla sevdiğine uzun cümleler kurmasını izlerdik.
Hepimiz plastik tabancalarımızı Yılmaz Güney gibi tutar, Yılmaz Köksal gibi parende atardık. Mahmut Hoca’nın bir tiradına hepimiz gizli gizli ağlardık.
Gece olur, uykum gelmez, perdeleri aralayarak bir yandan gökyüzünü, yıldızları, samanyolunu seyreder bir yandan da radyonun o büyülü ekranındaki sarı ışığın içinde ibreyi Monako, Bratislava, Beyrut, Telaviv, Prag gibi istasyonlara getirir uzaktan gelen değişik müzikleri dinler, hayaller kurardım. Sonraları çigan olduğunu anlayacağım bir müziğe de nerdeyse tutkuyla düşkündüm. Ergenliğin başında, bir Anadolu kasabasında ruhum bin bir yöne savrulmuş, hırçın, nedense hep hüzünlü ve hep yalnızmışım gibiydi.
Zaman, biz arkadaşları bambaşka yerlere savurdu. Her birimizin sorumlulukları, yolları, öyküleri değişti. Hayat hem birçok şeyi alan hem de birçok şeyi bağışlayandır.Yıllar sonra çocukluğumun o kasabasına gittiğimde göz ucuyla sinemamızın yerini ararım. İki çocuk bir afişi taşıyarak geçerler yanımdan…
–Bu akşam sinemamızdaaaa !
Burnum sızlar.
“…Zaman
Alır sizden bunların yükünü
O boşluk dolar elbet, yaralar kabuk bağlar, sızılar diner, acılar dibe çöker.
Hayatta sevinilecek şeyler yeniden fark edilir.
Bir yerlerden bulunup yeni mutluluklar edinilir.
O boşluk doldu sanırsınız
Oysa o boşluğu dolduran eksilmenizdir…” **
*,** Murathan Mungan , Yalnız Bir Opera
Burada da Fikret Kızılok söylüyor. “Boşu Boşuna”