Babamın Hayatı: Şemail Ali
Babam; 1864-1874
tarihleri arasında
Kuzey Kafkasya’dan
Türkiye’ye göç eden
Çerkezlerin Bezhağ
kabilesinin LAÇIŞ (la j,
le j) ailesinden
Şemail’in altı erkek ve
dört kız olmak üzere
on çocuğunun en
büyükleridir. Sırasıyla
erkeklerin adları Ali,
Mehmet, Şaban Çavuş,
Hasan, Hüseyin,
Mustafa, kızlarınsa
Sariye, Ayşe, Nuriye ve
Ra ye dir. Nuriye ile
Ra ye dedemin ikinci
eşinden. Dedemin ilk
eşi yani babaannem
öldüğünde takriben
dedem 70 yaş
civarında imiş. Dedeme evlendirme tekli nde bulunmuşlar, dedem kabul etmemiş. Çok ısrar
etmişler. Dedem ‘bana kız alın dul kadınla asla evlenmem.’ demiş. Bunun üzerine köyde asil
ailelerden (DIGAÇ AİLESİ)’nin kızlarını almışlar. İşte yukarda adlarını yazdığım Nuriye ile Ra ye
dedemin yeni eşinden olmuştur. Erkeklerden Mehmet Çanakkale Savaşında, Şaban Çavuş Milli
Mücadelede Hacın (Saimbeyli) Ermeni’leriyle, Urumlu (Doğanbeyli) köyü civarındaki çatışmada
altı arkadaşı ile birlikte şehit olmuştur. Hasan 90, Hüseyin de 60 yaşında vefat etmişlerdir.
Mustafa ise çok genç yaşta ölmüştür.
Kızlar; Sariye 90, Ayşe 85 ve Nuriye de 65 yaşların vefat etmişlerdir. Ra ye evlenmeden çok
genç yaşta ölmüştür.
Babama gelince: Babamın asıl adı Ali’dir. Kafkasya’dan geldiklerinde 10-12 yaşlarında
çocukmuş. Bu nedenle babasının adıyla, Şemail Ali olarak bilinirmiş. Dedem Şemail, babamı
kendi babası İshak’a benzettiği için Çerkez lisanında ‘bey baba’ anlamına gelen ‘Hababey’
dermiş. Bunu duyan komşularda hep babama Hababey diye hitap ederlerdi. Dedem varlıklı
adammış. Babam büyüyünce, dedemin işlerini hep kendi organize eder olmuş. Babam askerlik
çağına gelince dedem işlerim aksamasın diye babama bedel yatırmış, babam iki ay askerlik
yapmış. Dedem babamı ilk eşi ile evlendirmiş. Evlendikten birkaç ay sonra Kafkasya’dan bir
haber gelmiş, orada kalan amcaoğullarından biri vefat etmiş, iki oğlan çocuğu yetim kalmış.
Dedem bu haberi alınca çok üzülmüş, babama; Kafkasya’ya gidip bu çocukları alıp Türkiye’ye
getirmesini söylemiş. Babamda bir senelik pasaport almış ve yola çıkmış. O zamanlar seyahatgiderken
Yozgat’a Çapanoğulları’na uğradığını ve orada üç gün kaldığını ve oradan da
Çapanoğulları’ nın babamı Samsun’a kadar atla gönderdiklerini, Samsun’dan da Kafkasya’ya
vapurla gittiğini anlatıyordu. Ben babamın karşısına geçip soru soramazdım. Babam evden
çıkınca ben merakla halama ‘‘ bu Çapanoğlu dediğin adamlar tehlikeli adamlard, babam neden
bunlara uğramış, bunlar Atatürk’e isyan etmiş kimselerdir’ ‘‘ dedim. Halam ‘Çapanoğulları bizim
hısımımız, benim halam onların gelinidir. Halasını ziyaret etmek için uğramıştır. Halam onlara
gelin gittiğinde isyan falan yoktu, Çapanoğulları iyi insanlardı. Sonradan isyan falan bir şeyler
olmuştur’ dedi.
Babam Kafkasya’da üç sene kalmış. Gitme maksadı orada kalan yetim çocukları Türkiye’ye
getirmekmiş. Çocuklar ilk başta babama çok yakınlık göstermişler, yani Türkiye’ye gelmeye
heveslenmişler fakat araya giren kötü niyetli insanlar çocukları caydırmışlar. ‘Oraya giderseniz
Türkler sizi keser’ diyerek çocukları korkutmuşlar. Babamın Kafkasya’ da nereleri gezdiğini pek
bilmiyorum. Üç sene sonra yurda dönmüş. Gelirken Pınarbaşı’nın Altıkesek köyüne uğramış.
Halam Sariye bu köyde evliymiş, onun evine misa r kalmış. Gece komşular toplanmışlar.
Babam abdest almak için dışarı çıktığında evdeki misa rler, babamın eşinin öldüğünü duyup
duymadığını Sariye halama sormuşlar (babamın ilk eşi babam Kafkasya’da iken ölmüş).
Kulakları çok hassas olan babam içeride konuşulanları duymuş. Abdestini alıp içeri girdiğinde
sanki hiçbir şey duymamış gibi davranıp misa rlerle sohbete devam etmiş. Misa rler
dağıldıktan sonra kardeşi Sariye ye ‘Sariye! Gelininin öldüğünü bana duyursan sanki üzüntüden
ben de mi ölecektim’ demiş. Ertesi gün eniştesi ve bir komşunun refakatinde köye dönmüş.
Daha önce onun geleceğinin haberini alan köylü hep birlikte köyün dışında babamı karşılamış.
Dedem (Şamail) çok otoriter bir adammış. Bu karşılama sürecinde çocuğunu karşılamak için
odasından bile çıkmamış. Babam doğrudan dedemin odasına gidip elini öpüyor ve izin isteyip
dışarıda bekleyen köylülerin yanına dönüyor. Köylülerle toplandıkları odada birkaç saat sohbet
ediyorlar. Dedem haber gönderip ‘Hababey gelsin bana biraz havadis anlatsın’ diyor. Babam da
odaya girip kapının hemen yanında, ayakta olduğu halde Kafkasya’ya gitmek üzere yola
çıktıktan sonra bütün yaşadıklarının babasına anlatıyor. Babamı oturmasına izin vermeden
birkaç saat dinledikten sonra ‘sende yoruldun, git biraz dinlen’ demiş. Babam oradan çıkıp
evliğe gittikten sonra dedem yanındakilere ‘Hababey herhalde bir adam olacağa benziyor’
diyor.
Bir süre sonra babam ikinci evliliğini yapmış. İkinci evliliğini Boran ailesinden Boran Ali’nin
Fatma isimli kızı ile yapmış. Fatma ile yaptığı evlilikten Kadir, Hayri, Arıkız, Zeliha ve Pakize isimli
çocuklar dünyaya gelmiş. Bu arada ticaret hayatına atılmış ve o dönemler ticareti elinde tutan
Ermenilerle ortaklık yapmış. Kereste alım satımı, o zaman devletin çiftçiden aldığı vergi olan
aşar vergisi müteahhitliğini yapmış. Aynı zamanda manifaturacılıkta yapmış. Bütün bu işlerden
ciddi bir gelir elde etmiş. Bu arada ikinci evliliğini de Polatpınar köyünden Hacı Ali isimli
tanınmış bir hocanın kızı Abidet ile yapmış. Bu evliliğinden ise Abidin, Zül ye, Kazım olmak
üzere üç çocuk olmuş.
Milli mücadele zamanında İğdebel sınırına kadar olan Adana vilayeti Fransızların işgali
altındaymış. Fransızların işgalinden güç ve destek alan Ermeniler o çevreyi kasıp
kavuruyorlarmış. Babam tam da bu zamanda, Haçin’de (Saimbeyli) Ermeni bir arkadaşının
yanında misa rlikte iken Türk çeteleri Haçin’i kuşatmışlar. Bu kuşatma sırasında Hacin’deki
Ermeniler, orada bulunan Türkleri yakalayıp nezarete atıyorlarmış. Nezarete atılan bu kişilerin
büyük çoğunluğu işkence yapılarak öldürülmüş. Ermeniler babamın misa r kaldığı evi de
aramışlar. Ev sahibi babamı bodruma indirip saklamış. Ermeniler evde misa r olduğunu
tahmin etmişler ve kendilerine teslim etmesi için ev sahibine ısrar etmişler. Ancak, Ermeniler
arasında sayılan bir adam olan ev sahibi, ne kadar ısrar etseler de babamı vermemiş. Babam
saklandığı bodrumda üç gün kalmış. Dördüncü günün akşamı sığır gelirken ev sahibi mallarını
karşılıyormuş gibi babamı da Ermeni kıyafetlerini giydirerek yanına almış. Babamın çok iyi
konuştuğu ermenice ile sohbet ederek ilçenin dışına kadar çıkmışlar. Arkadaşı babama ‘Ben
ancak buraya kadar gelebilirim, bundan öte kendini kurtar’ demiş ve helalleşerek ayrılmışlar.
Babamda kazanın dışında bekleyen Türk çetelerin yanına kadar gitmiş ve onlarla biraz
konuştuktan sonra evin yolunu tutmuş. Böylece hiç beklenmedik bir anda karşısına çıkan ölüm
tehlikesini Ermeni arkadaşının yardımıyla atlatmış.
Biraz anlattığımız tarihlerden daha gerilere gidelim. 1914 yılında seferberlik ilan edilince her
taraf asker kaçağı ile dolmuş. Bu kaçakları yakalamak için gezen müfreze de köylerin bu
kaçakları barındırdığını iddia ederek baskı yapıyormuş. Köyün ileri gelen adamlarını falakaya
yatırıyorlar, çeşitli işkenceler yapıyorlarmış. Müfreze bizim köye geleceği zaman, daha köye
gelmeden önce müfreze komutanı babama haber gönderiyormuş. Babam da köyü terk
ediyormuş. Tabiî ki babama önceden ulaşan bu bilgilerde karşılıksız değilmiş. Müfreze köyden
gittikten sonra babam müfrezenin yanına gidip komutanla görüşüyormuş.
Bu konulara değinmişken müfreze ile ilgili duyduğum bir anıyı anlatmak istiyorum. Bizim köyde
komşumuz olan İlyas amcayı seferberlik zamanında müfreze köy meydanında falakayaamcanın çok cesur
ve yaman olan karısı parmaktan daha kalın olan ve uzun şişi alıp kocasına
dayak atan askerlerin üzerine yürümüş. Sopayı elinde tutan askerin sırtına birkaç tane
yapıştırmış. Askerler de neye uğradığını şaşırmışlar. Tabi ki kadına bir şey yapamamışlar,
kocasını da serbest bırakmışlar.
Köyde, Mısır’da tahsil görmüş meşhur bir hoca varmış. Adı da Aziz Efendi imiş. Hem de köyün
muhtarı imiş. Askerler hoca efendiyi de köyün ortasında falakaya yatırmışlar ve çok dövmüşler.
Aziz Efendi bu olaya çok içerlemiş ve bir ay içerisinde ölmüş.
Milli mücadele bitip harp sona erdikten sonra yerli eşkıyalar ortaya çıkmış. Bu eşkıyalar köyleri
basıyor, köylüye işkence ediyor, parası olanın parasını, yiyeceği olanın yiyeceğini alıyorlarmış. O
günlerle ilgili benim hatırladığım sadece bir anım var. Ben 4-5 yaşlarındaydım. Babam eve girdi
ve anneme ‘bu günden itibaren çocuklar evde yatmasın. Çolak lakaplı bir eşkıya bana mektup
gönderdi, ona altın vermezsem evi basacağını yazmış’ dedi. Dışarı çıktığımda evin önünde köy
ahalisi toplanmış şekilde gördüm. Köy ahalisi bu eşkıyaya karşı ne önlem alacağını tartışıyordu.
Bu tartışmalardan sonra Çolak Süleyman ve Bala İsa isimli kişileri Çolak yakalanıncaya kadar
köyü korumak üzere bekçi tuttular. Hatta iyi hatırlıyorum o zaman köylüler Çolak Süleyman’a
‘sen çolak o çolak, bakalım kim kimi vuracak’ diyerek takılırlardı. Babam da komşu köy olan Kân
(Bozgüney) köyüne giderek altı tane mavzer getirdi. Bu silahları köyün gençlerine dağıttı. Bu
gençler ve bekçiler sabahlara kadar köyü beklediler. Bizde bu süre boyunca komşu evlerde
yattık. En sonunda çolak köyü basmak istedi. Köyün gençleri ve bekçiler çolakla çatışmaya girdi.
Çolak köye giremedi. Sabah olduğunda ise çatışmanın yaşandığı istikamette bir kan izinin
köyden uzaklaştığını gördüler. Çolak, Çolağın bir adamı ya da bir at vurulmuş olmalı. Bu
olaydan sonra eşkıyalar köye hiç yaklaşmadılar. Birkaç ay sonra Çolak kendi arkadaşı Gökçen
tarafından vuruldu. Bizde böylece rahatlamış olduk.
Babam, parasını bitirdikten sonrada çiftçilik ve malcılık (hayvancılık) yaptı. O zamanlar ucuz
olan insan gücüydü. Senelik on beş lira, bir takım elbise ve bir çift ayakkabı ile çırak çalıştırırdı.
Hasat zamanı yine üç aylığı on beş liraya çırak tutardı. Paranın bolluğunda ağabeyimiz Kadir’i
okuttu. Kadir, Kayseri’nin Pınarbaşı ilçesinde Rüştiye (ortaokul) okulunu bitirdi. Kayseri’de İdadi
(lise) de okurken ağabeyimin bol para harcamasını kıskanan bazı arkadaşları ‘ Mason’dur’ diye
ihbar etmişler, bunun üzerine aralarında kavga çıkmış, yaralanmalar olmuş. Bunun üzerine
ağabeyim ve birkaç arkadaşı okuldan kaçıp, Kahramanmaraş tarafına gitmişler. Bir iki ay
dolaşıp ellerindeki para bitince ağabeyim hasta olarak bir arkadaşının refakatinde eve gelmiş.
Romatizmaya yakalanmış, doktor getirip tedavi ettirmişler, epeyce yattıktan sonra iyileşmiş;
fakat okuluna devam edememiş. Gerçi o zamanlar Rüştiye’yi bitirmek iyi bir tahsil sayılıyordu.
Nitekim güvenerek memur olmadı. Fakat iyi hayat yaşadı, etrafta sayılır sevilir bir adam oldu.
Hayatında iki defa evlendi. İlk eşinden iki erkek, üç oğlu, ikinci eşinden ise üç erkek, iki kız oldu.
Çok merhametli ve sevecen bir adamdı. Köyde bol bol tarla aldı. Köyümüzün arazı kıraç
olduğunda verimli değildir. Tarlalarımızda; buğday, arpa, nohut ve mısır yetişir, bu mahsüller
de yağış olursa yetişir. Yağış olmazsa onlar da yetişmez. Bu nedenle aldığı tarlalardan da pek
faydalanamadı. Ağabeyim 11 Ağustos l970 tarihinde kalp krizi neticesi hayata veda etti.
. Şimdi dönelim babamın hayatına. Benim büyüğüm, yani ayni anneden olan ağabeyim Abidin
ve üvey annemden olan Hayri isimli benden birkaç ay küçük kardeşim vardı. Büyük ağabeyimiz
askere gitti, evde üç kardeş ile babamız kaldık. Babamız yaşlanmıştı. Bu arada kardeşim Hayri
ile beni Akpınar köyüne ilkokula gönderdi. O zaman bağlı bulunduğumuz Mağara Nahiyesi -ki
şimdi ilçe oldu -Tufanbeyli ilçesinin otuz iki köyü vardı. O günlerde bu otuz iki köyden sadece
yedi veya sekizinde ilk okul vardı. Mesela bizim okuduğumuz Akpınar da üçüncü sınıfa kadardı.
Diğer bazı köylerde öyleydi. Köyde babam, çırakların yardımı ile hayvancılık yapıyordu. Abidin
ağabeyim de 14-15 yaşlarında idi, o da yardımcı oluyordu. İkinci sınıfta okurken bir bayram
tatilinde köye geldik, bu arada askerdeki ağabeyimden mektup gelmiş köyde yeni yazıyı
okuyabilen kimse yoktu. Karakoyunlu Köyünden Gazi hoca içeri girdi, babam sevindi ‘‘ işte hoca
geldi, hoca okur’’ dedi. O zamanlar köy imamları zorunlu tutulardu yeni yazıyı öğrenmeleri için.
Gazi Hoca mektubu aldı, lambanın ışığına götürdü baktı baktı ve ‘Ali ağa gözlüğüm olmadığı için
okuyamıyorum’ diyerek mektubu babama verdi. Bende hocaya karşı saygısızlık olmasın diye
mektuba hiç bakmadım. Hoca gittikten sonra mektubu aldım, hiç kekelemeden mektubu
okudum. İlkokul ikide okuyan bir öğrencinin böyle mektup okuyabileceğini hiç tahmin bile
etmiyorlardı, herkes afalladı. Babam ‘hoca buradayken niye okumadın’’ dedi. Ben de, hocaya
karşı saygısızlık olmasın diye okumadım, dedim. Buna daha çok sevindi. ‘Aferin oğlum iyi yaptın,
Allah canımı sağ ederse okuyabildiğin yere kadar ben seni okuturum’ dedi ne yazık ki ben ilk
okulun üçüncü sınıfında iken 16 Kasım 1940 Pazar günü zatürre hastalığından vefat etti. İkici
Dünya Savaşının tam hararetli zamanıydı. İkinci ağabeyim Abidin de asker oldu ve hiç izine
gelmemek üzere tam dört sene askerlik yaptı. Ben bu arada okulu bırakmak zorunda kaldım.
Büyük ağabeyim Kadir, 1941 yılının Ekim ayında terhis oldu geldi. Biraz kendimizi toparlarsak
seni yine gönderirim derken, bu sefer de ihtiyat askerliğine çağırıldı ve askere gitti. O yıllarda da
bir buğday kıtlığı baş gösterdi. Millet açlıktan kırılıyordu. Üstelik hükümet bir vergi koydu; köylü perişandı.
Bizim tarlarımız çok olduğundan açlık çekmiyorduk. Fazla unumuzu hasat zamanı
bizden yardım isteyenlere, tırpanın günlüğü bir okka, orak için bir kilo olmak üzere köylüye
dağıttık. Hasat zamanı bizim ekinlerimizi biçtiler, harmana döktüler ve her işimize yardım
ettiler. Bizim köye bir ölçü memuru gönderdiler, harman savrulup buğday çıkar çıkmaz
harmana geliyor, buğdayı ölçüp, yüzde beşini devlete yüzde beşini de kendi ambarına
ayırıyordu. Memur Bey de sırasıyla evlere davet ediliyor ve hemen bir oğlak kesiliyor,
ağırlanıyordu. Öyle bir istikrarsızlık vardı ki, buğdayın kilosu bir lira, bir oğlağın yatı yirmi beş
kuruştu. Bu memurla anlaşma işi yalnız bizim köyde değil bütün köylerde olmuştu. Bu
durumlar adliye ye intikal etmiş, bazıları tutuklanmıştı. Bizim köydeki memur hakkında şikâyetçi
olunmadığından ona bir şey olmadı. Tutuklananların da şişman bir hakimi, daha da zengin edip
kurtulduklarını anlatıyorlardı.