Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) kavramı, ülkemiz sol politik kesiminde 60’lı yıllardan başlayarak uzunca bir süre yoğun şekilde tartışma konusu oldu. 1850′ li yıllarda Marx ve Engels’in mektuplaşmalarında belirgenleşen görüşler o sıralar bir tez olarak açığa çıkmadı, Marx’ın
notlarının derlenerek ancak 1953 yılında Berlin’de yayınlanmasıyla yeni bir tartışma başladı.
ATÜT kavramının çok netleşmiş ve herkes tarafından kabul edilen ortak bir tanımı yoktur. Çünkü hem Asya/Doğu ülkelerinin birbirlerinden farklılıkları vardır hem de Mezopotamya/ Mısır medeniyetlerine ait keşifler ve bulgular – en azından batılı aydınlar açısından – uygarlık
tarihinin yeniden yorumlanmasını gerektirecek kadar önemi görülmektedir.
Bu kısa giriş ve kavramın – gerçi bütün kavramlar böyledir- algılanması ve yorumu konusunda farklılıklar olabileceğine dair çekincemizi belirterek açmaya çalışırsak; -Klasik Marxizm’in tanımladığı ve umduğu sosyal evrim sırasıyla; İlkel komünal düzen, köleci toplum, feodal toplum, kapitalizm ve sosyalizm şeklindedir ve kapitalizme kadar bu şablon batıya uymaktadır. Ya da
batının sosyal evrimi bu şablona uymaktadır.
-Bazı Asya ülkelerinde (Hindistan, İran, Türkiye gibi) kapitalizmin tam olarak gelişememesinin nedenlerini araştırıken öncülüğünü Sencer Divitçioğlu ve İdris Küçükömer gibi iktisatçıların yaptığı sol aydınlar ATÜT kavramını geliştirdiler.
Buna göre; bu ülkelerde yukarıda anılan tarihsel dönemlerde toprak mülkiyeti olmadığı için feodal düzene aslında tam geçilememiş ve devamında da kapitalizm sakat doğmuştur.( O halde biz de devlet gücüyle bir aydınlanma devrimi yapalım sonra sosyalizme geçelim diyen Milli Demokratik Devrimciler ve orduyla sosyalizm olmaz diyen klasik solcular arasında TİP’i ele geçirme, Kemal Tahir’in dışlanması vb. gibi ayrışmalar ve kavgalar ayrı bir yazı konusudur) Yani ATÜT’ü de toplumsal evrimin bir aşamasına koymamız gerekirse feodal düzenin yerine değil ondan da gelişmemiş ve geride bir sıraya koymamız gerekiyordu. Doğu’ya birazdan döneceğiz, bakalım batıda neler oluyordu.
Batıda bütün bu sosyal evrim aşamaları büyük mağduriyetler, isyanlar, kavgalar, savaşlar, direnişler ve örgütlenmelerle olmuştur. Feodal derebeyleri, daha sonra sermaye, köylüler de işçiler de örgütlenmişler ve düzen üzerinde baskı oluşturmuşlardır. Batılı bireye devlet bir şey vermiş değildir. Aksine birey yaşayabilmek için kendi hakkını aramış, savaşmış ve almaya çalışmıştır. Batılı bireyin devletine, şirketine ya da her hangi bir otoriteye hamasi bir bağlılığı ya da hukukun dışında biat ettiği görülmez. Aynı dönemlere ait din, mezhep, kilise kavgalarının da toplumsal yapıdaki ekonomik ve insan hakları kökenli kavgalarıyla koşut olduğu görülecektir.Batıda devlet değil birey laik yaşam biçimini tercih etmiştir. Bu kavgasını da hem otoriteye hem de dini kurumlara karşı yapmıştır.
Şimdi doğuya dönüp dönemin Osmanlı’sını ele alırsak;
-Toprak mülkiyeti yoktur. Arazi merkez otoriteye yani padişaha aittir.
Batıda feodal beylerin toprak sahibi olup, binbir eziyet ederek köylüleri çalıştırıp değer ürettiği, ihtiyaçların karşılandığı ve artı değerle sermaye birikiminin yapıldığı dönemde bizde ileri gelenler, beyler, beylikler olsa dahi arazi padişaha aittir ve ancak geçici olarak tahsis edilir. Arazinin nesilden nesile intikali yoktur. Araziyi kullanan öldüğünde otorite o araziyi yeniden ve kendi takdiri doğrultusunda başka birine tahsis eder.
Otorite o takdir etme hakkını da sizce nasıl kullanır ?
Doğulu her an ve her nesil otoritenin takdiri, bağışlaması, lütfu ve sadakasına ihtiyaç duyar. Bu ruh hali genetik kodlarımıza sinmiştir.
Sonraları otoritenin lütuf ve yardımı olmadan sermaye birikimi de yapılamaz olmuştur. Şimdilerde de öyledir, hazinenin memelerini emmeden sermaye olmamakta, ayakta kalınamamaktadır. Otorite de
bu lisanı kullanır zaten. “Şurayı şuna verdik !”, “şu santral için şunu düşünüyoruz !”, “orayı bizim Çalık’a ayırdık” gibi. Çünkü sermayenin bekası otoritenin kararına bağlıdır. Bütün bu saydıklarım nedeniyle
doğulu bilgili, çalışkan, üretken, örgütlü, dayanışmacı ve mücadeleci olmak yerine dalkavuk, yandaş, yağcı, kurnaz, torpilci, ilkesiz, adaletsiz, tekinsiz olmak durumundadır. Sevimli, fırıldak bir haldir de
aslında. Düşünün ki herkes birbiriniz kazıklıyor, hakkını yiyor ve aynı zamanda ahlak dersleri veriyor. Çünkü doğulu çalışmak, donanmak, üretken olmak ve örgütlü olmak yerine o sadakayı beklerken, kendine yonttuğu bir felsefe ve her durumda acındıracak bir mağduriyet geliştirmenin zihinsel ve bedensel çalışmalarını yapar.
Bir yandan da şu insandır aslında;
-Selamün aleyküm !
-Aleyküm selam dayı !
-Yeğen kimlerdensin ! ( Dikkat edin kimsin değil, bu soru hem soranı emniyete alır hem de sorulana şans tanır)
– Filanın oğluyum dayı ! (Bu soruya sülalenin en kuvvetlisinin adıyla yanıt vermek doğrudur. Filanın torunu, feşmekanın yeğeni, şu beyin dünürü gibi)
Sonra benim en sevdiğim soruyu sorar dayı;
– Yeğenim baban (annen, dayın, deden her kimse) nasıl, iştahı yerinde mi?
İşte burada yağlarım erir. Freud’un, Carl Gustav Yung’un ve nicelerinin ciltler dolusu yazıp yok libidoymuş, yok yaşam enerjisiymiş, yok moral değeri, motivasyonmuş diye açıklamaya çalıştıkları. Benim doğulu dayım bunu tek cümle ve gönülden sorar.
-İştahı yerinde mi?